22 Mart 2021 Pazartesi

Tesadüf mü tutku mu?


Dersi bitiren zil çalınca, resim kağıdıyla kara kalemini kapıp, hızla çıktı sınıfın kapısından. Bir üst kattaki fen sınıfına dalıp, elindekileri arkadaşına uzattı. Kendisi de onun sırasına oturup, yazmaya başladı. Anlaşma basitti, o arkadaşı için edebiyat hocasının ödev olarak verdiği kompozisyonu yazacaktı, arkadaşı da onun için resim öğretmenin ödev olarak verdiği portreyi çizecekti. 10 dakikada...

Öğleden sonra okul çıkışı hızla yürüdü eve. Annesinin günü vardı, bu da demek oluyordu ki, çantasını eve bırakır bırakmaz Altınkek'e gidip talaş böreği alacaktı. Ah o sıcacık talaş börekleri ne güzeldi! Eğer şanslıysa satıcı bir de yeni çıkmış patatesli börekitaslardan ikram ederdi ki, tadına doyum olmazdı... Annesinin hazırladığı ikramlar da cabası.

Üniversite tercihlerini yaptığı o akşam, neleri yazacağını pek bilmiyordu ama neler seçmeyeceğini biliyordu. Fen bölümleri ona göre değildi. Fizikle, kimyayla hiç iyi olmamıştı arası. Sırf "tembel öğrenciler gidiyor" diye lisede edebiyat sınıfına gidememiş, matematik bölümüne devam etmişti ama sınavda yeterince matematik yapamayacağını da biliyordu. Geriye kalıyordu sözeller. Yani okumalı-yazmalı bölümler. O gün o masanın başında, ona yardımcı olan abiyle, annesinin ikramları eşliğinde, "hadi hayırlısı" deyip, puanlarına göre sıralamışlardı bölümleri. Çayın yanında su böreği mi vardı o akşam masada?

3 ay sonra iletişim fakültesinin kapısından girerken, üniversite hayatı boyunca neler yaşayacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. İlk sene, ilk dönem eksiksiz girdi derslere. Sınıfın en iyi dinleyicilerinden biri ve en iyi not tutanıydı. Bol bol yazıyordu yani yine. Nasıl olduğunu anlamamıştı ama yazdıkları, bütün birinci sınıflar arasında elden ele çoğalarak dolaşıyordu.

Gazetecilik mesleğini okulda değil de sahada öğrenebileceğini anlaması pek uzun sürmedi. O nedenle arkadaşının, bir Mayıs günü okulun bahçesinde sorduğu "çalışmak ister misin?" sorusuna, düşünmeden "evet" dedi. Kendisine gösterilen masaya oturduğunda, uzun bir süre bakıştılar bilgisayarın klavyesiyle. O güne kadar hep yazmıştı ama kalemle. Hemen karşısındaki masada oturan arkadaşına "Nokta nerde? , Ünlemi bulamadım" diye diye başladı tuşlara basmaya. Arkadaşı ona klavyeyi öğretti, faks çekmeyi öğretti, haber yazmayı öğretti... O da ailesinden uzakta tek yaşayan arkadaşına kısır getirdi, börek getirdi...

5 yıl sonra, milenyum çağının ilk yılı hayatında yeni sayfalar açtı ona. Yeni bir şehir, yeni bir iş, yeni arkadaşlar... Doğduğu ve 23 yıl boyunca hiç çıkmadığı İstanbul'dan kopmuş, küçük bir şehrin, küçük bir kasabasına yerleşmişti. İş için de bir gıda firmasının kapısından içeri girmişti. Ondan beklenen,  temelde yine yazmasıydı. Bu kez daha rahattı çünkü artık bu işi nasıl yapacağını biliyordu. Artık kelimeler daha kolay çıkıyordu klavyesinden ama onun aklı kelimelerde değil, arada üst kattaki ofis masalarının etrafında kokusu dolanan gözlemelerdeydi. Öğlen yemeği için sıraya girdiği koca yemekhane, arka taraftaki kantin, arada yemek için sanayiye kaçışlar, hazır ürün fabrikasında üretim bandından mideye indirdiği nuget'lar. Çocukken annesinin bir lokma yedirmek için saatlerce uğraştığı aşırı zayıf kız, ne ara böyle iştahlı olmuştu? 


Üstelik bu arada Erzurumlu kökler, Ege'yle birleşmişti. Köyden gelen sade tereyağına sızma zeytinyağı; kırmızı ete balık çeşitleri eklenmişti. Zamanla da diğer deniz mahsülleri, otlar... Üstelik sadece sofradaki çeşitler değil, masa etrafındaki buluşmalar da şenleniyordu. Var mıydı arkadaşlarla toplaşılan güzel bir masadan daha güzeli? 

Yazıyordu bu arada yine. Patronu için basın bültenleri, editörlüğünü yaptığı yemek dergisi için tarifler ve gezi notları, salatasını çok beğenen arkadaşı için tarif mailleri, haftasonu gittiği restoranla ilgili fikrini soranlar için uzun telefon mesajları, kızının her gününü not aldığı blog... Yazıyordu, geziyordu, gezip güzel yemekler yiyordu, sofralar hazırlıyordu... mutluydu...

45 yıllık hayatı ona öğretti ki, 

Yazmayı seviyordu. O zaman arada rölantiye alsa da kendini, hep devam etmeliydi buna. 

Güzel yemekler yemeyi, sevdiklerine yemek yedirmeyi, kalabalık sofralar etrafında vakit geçirmeyi, değişik tatlar denemeyi  seviyordu. O zaman buna da devam etmeliydi. 

İşte bu hikayedeki, iki sevginin sonucudur bu satırlar. İletişim Fakültesine girmem tesadüftü belki? Hatta çalışma hayatımın büyük bölümünü bir gıda şirketinde geçirmiş olmam da. Ama biliyorum ki, yazmak ve mutfak benim için tutku! O zaman yola devam... 

Sevdiklerimizle paylaştığımız sofralarımız, yeni lezzetler peşinden gittiğimiz yollarımız çok olsun!

Yazının videosunu buradan izleyebilirsiniz.

 

2 yorum: