28 Mart 2021 Pazar

Agora Meyhanesi: Asteri ile Eleni'nin aşkı


Cumartesi günü, Sen Anlat İstanbul'un rehberlerinden Saadet Akdoğan önderliğinde, 18 binden fazla adım attım dışarda. Hem de Fener - Balat - Ayvansaray sokaklarında. Öğlen yemeği için verdiğimiz 1 saatlik molanın dışında, hiç durmadan anlattı Saadet Hanım. Surları, camileri, evleri, kiliseleri, sokakları... Hem de öyle güzel hikayelerle anlattı ki, bir masal dinler gibi dinledim O'nu. 

Tarihi yarımadayı çevreleyen surların, hangi kısmının Roma dönemine ait olduğunu ve hangi kısmının Osmanlı döneminde restorasyona uğradığını bi bakışta anlamayı öğrenmek isterseniz, siz de katılın bu tura. Ya da yüksek duvarların arkasında kalan kiliselerin içini gezmek, Balat evlerinin neden cumbalı olduğunu, Demir Kilise'nin deniz yoluyla nasıl taşındığını, Fener Rum Okulu'nda okutulan dersleri, sokak isimlerinin nereden geldiğini ve çok daha fazlasını öğrenmek için. 

Keyifle dinleyip, öğrendiğim tüm bilgileri ve hikayeleri burdan sizinle paylaşmam mümkün değil. Zaten ne kadar iyi yazılırsa yazılsın, iyi bir anlatıcıdan, yerinde dinlemesi çok daha keyifli bence. Ama Balat'ta Leblebiciler Sokak'taki tarihi Agora Meyhanesi'nin hikayesini aklımda kaldığınca  paylaşmadan edemeyeceğim. 

Hikayeye başlamadan önce şu iki bilgiyi vermekte fayda var: Hani şu meşhur şarkıya konu olan Agora Meyhanesi var ya, o meyhane İzmir'deymiş, yani burası değil. Bir de Balat'ta birbirine yakın 2 ayrı Agora Meyhanesi var. Vodina Caddesi'ndeki meyhanenin tabelasında Agora Meyhanesi yazıyor ki, bu hikaye ona da ait değil. Çünkü hikayeye konu olan Agora Meyhanesi 1890'da kurulmuş olsa da, isim hakkını diğeri daha önce aldığı için, ana tabelasında "meyhane" kelimesini kullanamıyor. Bu nedenle kapıda Agora 1890 yazıyor. 

Şimdi gelelim 130 yıllık hikayeye:

Gökçeada kökenli genç Rum kaptan Asteri, teknesinden Balat limanına mal indirirken, Şehir Hatları Vapuru'ndan inen Rum kızı Eleni'yi görür ve görür görmez aşık olur. Biraz araştırınca öğrenir ki, Eleni bir bankerin kızıdır. Araya bir tanıdığı sokup, kızla mektuplaşmaya başlar. Bir süre sonra da genç kıza evlenme teklif eder. Gel gör ki, Eleni "Kaptanın parası pul, karısı duldur. Ancak karada bir iş yaparsan seninle evlenirim" der. 

Asteri aşkı uğruna hiç düşünmeden kaptanlığı bırakır ve ailece ürettikleri sirke, şıra ve şarapları satmak için bir yer açmaya karar verir. İlk iş olarak teknesini satar ve onun parasıyla, geçmişte Bizans ahırları olan eski binayı satın alır. Sırada içki ruhsatı almak vardır. Sultan Abdülhamit'ten ruhsatı alması da 15 gün sürer.  Dükkanına da Rumca çarşı anlamına gelen agora adını verir.

Hikayenin Asteri ve Eleni'ye ait olan kısmının devamını bilmiyorum. Ama herhalde evlenip, mutlu mesut yaşadılar ki, meyhane de babadan oğula devam etmiş.

Asteri Dulidis'ten sonra oğlu Stelyo Dulidis devralmış işi. Ancak 6-7 Eylül olaylarından Agora Meyhanesi de nasibini almış ve meyhane büyük ölçüde yanmış. Stelyo Dulidis, yeniden ayağa kalkabilmek için, meyhanenin denize bakan kısmını satmış ve buradan kazandığı parayla geri kalanını restore etmiş. Stelyo Dulidis'in ardından da işin başına oğlu Hristo geçmiş.  

Hristo Dulidis ve eşi Ergenya, annesi işçi olarak Almanya'ya giden Ersin Kalkan'ı himayelerine alıp, ona kol kanat olurlar. O dönemde bir terzinin yanında çıraklık yapan Ersin Kalkan, Dulidis'in teklifiyle Agora'da kalfa olarak çalışmaya başlar ve bu 4 yıl devam eder. Eğitim hayatının sonunda ona gazeteciliğin kapılarını açan ise Agora'da tanıştığı Cemal Süreyya'ya yaptığı asistanlıktır. 

2000'lere gelindiğinde, Balat'ta artık kimsesi kalmayan Hristo Dulidis, Selanik'e taşınmak ister. Agora'yı da, bu meyhanenin geleneğini en iyi yansıtacak kişi olduğuna inandığı için Ersin Kalkan'a satar. Ersin Kalkan da, yaptığı restorasyonun ardından yola devam eder. Ve 2013 yılında meyhane Agora 1890 adıyla kapılarını yeniden açar. 

Bir de dedikodu vereyim size: Agora 1890'da her an Ezel Akay'a denk gelebilirsiniz. Çünkü Akay da bu meyhanenin ortaklarından biriymiş... 




22 Mart 2021 Pazartesi

Tesadüf mü tutku mu?


Dersi bitiren zil çalınca, resim kağıdıyla kara kalemini kapıp, hızla çıktı sınıfın kapısından. Bir üst kattaki fen sınıfına dalıp, elindekileri arkadaşına uzattı. Kendisi de onun sırasına oturup, yazmaya başladı. Anlaşma basitti, o arkadaşı için edebiyat hocasının ödev olarak verdiği kompozisyonu yazacaktı, arkadaşı da onun için resim öğretmenin ödev olarak verdiği portreyi çizecekti. 10 dakikada...

Öğleden sonra okul çıkışı hızla yürüdü eve. Annesinin günü vardı, bu da demek oluyordu ki, çantasını eve bırakır bırakmaz Altınkek'e gidip talaş böreği alacaktı. Ah o sıcacık talaş börekleri ne güzeldi! Eğer şanslıysa satıcı bir de yeni çıkmış patatesli börekitaslardan ikram ederdi ki, tadına doyum olmazdı... Annesinin hazırladığı ikramlar da cabası.

Üniversite tercihlerini yaptığı o akşam, neleri yazacağını pek bilmiyordu ama neler seçmeyeceğini biliyordu. Fen bölümleri ona göre değildi. Fizikle, kimyayla hiç iyi olmamıştı arası. Sırf "tembel öğrenciler gidiyor" diye lisede edebiyat sınıfına gidememiş, matematik bölümüne devam etmişti ama sınavda yeterince matematik yapamayacağını da biliyordu. Geriye kalıyordu sözeller. Yani okumalı-yazmalı bölümler. O gün o masanın başında, ona yardımcı olan abiyle, annesinin ikramları eşliğinde, "hadi hayırlısı" deyip, puanlarına göre sıralamışlardı bölümleri. Çayın yanında su böreği mi vardı o akşam masada?

3 ay sonra iletişim fakültesinin kapısından girerken, üniversite hayatı boyunca neler yaşayacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. İlk sene, ilk dönem eksiksiz girdi derslere. Sınıfın en iyi dinleyicilerinden biri ve en iyi not tutanıydı. Bol bol yazıyordu yani yine. Nasıl olduğunu anlamamıştı ama yazdıkları, bütün birinci sınıflar arasında elden ele çoğalarak dolaşıyordu.

Gazetecilik mesleğini okulda değil de sahada öğrenebileceğini anlaması pek uzun sürmedi. O nedenle arkadaşının, bir Mayıs günü okulun bahçesinde sorduğu "çalışmak ister misin?" sorusuna, düşünmeden "evet" dedi. Kendisine gösterilen masaya oturduğunda, uzun bir süre bakıştılar bilgisayarın klavyesiyle. O güne kadar hep yazmıştı ama kalemle. Hemen karşısındaki masada oturan arkadaşına "Nokta nerde? , Ünlemi bulamadım" diye diye başladı tuşlara basmaya. Arkadaşı ona klavyeyi öğretti, faks çekmeyi öğretti, haber yazmayı öğretti... O da ailesinden uzakta tek yaşayan arkadaşına kısır getirdi, börek getirdi...

5 yıl sonra, milenyum çağının ilk yılı hayatında yeni sayfalar açtı ona. Yeni bir şehir, yeni bir iş, yeni arkadaşlar... Doğduğu ve 23 yıl boyunca hiç çıkmadığı İstanbul'dan kopmuş, küçük bir şehrin, küçük bir kasabasına yerleşmişti. İş için de bir gıda firmasının kapısından içeri girmişti. Ondan beklenen,  temelde yine yazmasıydı. Bu kez daha rahattı çünkü artık bu işi nasıl yapacağını biliyordu. Artık kelimeler daha kolay çıkıyordu klavyesinden ama onun aklı kelimelerde değil, arada üst kattaki ofis masalarının etrafında kokusu dolanan gözlemelerdeydi. Öğlen yemeği için sıraya girdiği koca yemekhane, arka taraftaki kantin, arada yemek için sanayiye kaçışlar, hazır ürün fabrikasında üretim bandından mideye indirdiği nuget'lar. Çocukken annesinin bir lokma yedirmek için saatlerce uğraştığı aşırı zayıf kız, ne ara böyle iştahlı olmuştu? 


Üstelik bu arada Erzurumlu kökler, Ege'yle birleşmişti. Köyden gelen sade tereyağına sızma zeytinyağı; kırmızı ete balık çeşitleri eklenmişti. Zamanla da diğer deniz mahsülleri, otlar... Üstelik sadece sofradaki çeşitler değil, masa etrafındaki buluşmalar da şenleniyordu. Var mıydı arkadaşlarla toplaşılan güzel bir masadan daha güzeli? 

Yazıyordu bu arada yine. Patronu için basın bültenleri, editörlüğünü yaptığı yemek dergisi için tarifler ve gezi notları, salatasını çok beğenen arkadaşı için tarif mailleri, haftasonu gittiği restoranla ilgili fikrini soranlar için uzun telefon mesajları, kızının her gününü not aldığı blog... Yazıyordu, geziyordu, gezip güzel yemekler yiyordu, sofralar hazırlıyordu... mutluydu...

45 yıllık hayatı ona öğretti ki, 

Yazmayı seviyordu. O zaman arada rölantiye alsa da kendini, hep devam etmeliydi buna. 

Güzel yemekler yemeyi, sevdiklerine yemek yedirmeyi, kalabalık sofralar etrafında vakit geçirmeyi, değişik tatlar denemeyi  seviyordu. O zaman buna da devam etmeliydi. 

İşte bu hikayedeki, iki sevginin sonucudur bu satırlar. İletişim Fakültesine girmem tesadüftü belki? Hatta çalışma hayatımın büyük bölümünü bir gıda şirketinde geçirmiş olmam da. Ama biliyorum ki, yazmak ve mutfak benim için tutku! O zaman yola devam... 

Sevdiklerimizle paylaştığımız sofralarımız, yeni lezzetler peşinden gittiğimiz yollarımız çok olsun!

Yazının videosunu buradan izleyebilirsiniz.

 

18 Mart 2021 Perşembe

Göz Açıp Kapayıncaya Kadar Bir Kahve Belgeseli


Dün akşam reklamı karşıma çıkınca, bugün öğle kahvemi içerken izledim "Göz Açıp Kapayıncaya Kadar Bir Kahve Belgeseli"ni. Arçelik'in hazırladığı ve merkezinde Okan Bayülgen'in olduğu işin ana teması "kahve makinaları faydalıdır" olsa da, bu kör göze parmak yapılmadan o kadar güzel ve özel anlatılmış ki, 1 saat 14 dakikalık belgesel gerçekten göz açıp kapayıncaya kadar bitti. 

"Reklam değil. Film gibi ama film de değil" diyor Bayülgen repliklerden birinde. Arçelik'in instagram sayfasında ise docudrama olarak adlandırılmış bu film. Ben de önce bunun ne demek olduğuna baktım. Documentary ve drama kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıkmış ve yarı belgesel demekmiş. Bu işin böyle adlandırılmasının nedeni de, alanlarında uzman isimlerin anlatımlarıyla, Okan Bayülgen'in canlandırdığı tiplemenin biraraya gelmesi sanırım. 

Okan Bayülgen filmin hem oyuncusu hem de iki yazarından biri (Yazan diğer isim Selin Atasoy.) Hal böyle olunca, iş de tam Bayülgen kafasında olmuş. Filme drama özelliğini veren ana karakter, hiç uyumadığı için kısa uykularından birdenbire uyanan, sonrasında da yine kısa uykulara ihtiyaç duyan bir adam. Filmin belgesel yönüne ise pek çok isim katkıda bulunmuş:   

Tarihçi - Yazar Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan kahvenin ortaya çıkışını ve 16. yüzyılda İstanbul'dan geçerek Avrupa'ya nasıl yayıldığını anlatıyor mesela. Osmanlı'da kahve içmenin nasıl bir keyif olduğunu, bugün zincir kahvecilere neden daha çok beyaz yakalı çalışanların gittiğini...

Eğitimci - Danışman Osman Serim, Türk kahvesinin özelliklerini anlatıyor. Dünya kahve pazarında nasıl yer edinebileceğimizi, kahve makinalarından sonra mutfaklarda kahveyle ilgili hangi makinenin çıkması gerektiğini...

Parfümör - Yazar Vedat Ozan aslında sadece burnumuzla değil gırtlağımızla da koku aldığımızdan bahsedip, kahvenin bu konudaki özelliğinden bahsediyor. 

Müzisyen Tuncer Tunceli (kendisinin yolu Bayülgen'le Zaga'da da kesişmiştir) sineztezi diye bir kavramdan bahsediyor ki, tam bu noktada videoyu biraz durdurmanız gerekebilir. Çünkü aklınız başka yerlere kayacak. Mesela benim aklım kavrulan domates kokusuna ve annemin domatesli pilav yaptığı pikniklerimize gitti. 

Kahveyi neden höpürdeterek içmek gerekir? Adlarını söylerken zorlandığımız kahvelerin pek çoğu aslında hangi kahveden türemiştir?  Uyuyamadığımız için mi kahve içiyoruz yoksa kahve içtiğimiz için mi uyuyamıyoruz? Balzac gerçekten kahve yüzünden mi öldü? Günde 3 sade Türk kahvesi içen Ahmet Ümit'in kahveyle ilgili çocukluk anısı ne? Kız istenirken damat neden tuzlu kahve içer? Bu soruların ve daha fazlasının cevaplarını da diğer katılımcılar veriyor. Ve tabii kapanış da 2002 yılından bu yana Arçelik Kahve Makinalarını tasarlayan ekipte yer alan 3 endüstriyel tasarımcının anlattıklarıyla yapılıyor. 

Taze demlenmiş mis gibi bi filtre kahvenin kokusunu duyunca dayanamam ama bana "tarafını seç" deseler, oyumu hiç düşünmeden Türk Kahvesi'ne veririm. Sade, bol köpüklü ve mümkünse duble. Bu nedenle "kardeşim madem memleketimize gelip dükkan açtınız, ne demek bizde Türk kahvesi yok?!" diyecek kadar da atarlıyımdır. Evde 6 yıldır kahveyi makineyle yaptığımı da düşünürsek, genel olarak keyifle izledim bu filmi. 

Şimdi gelelim filmin sonunda takıldığım birkaç konuya: 

3.20'inci dakikada kahramanımızın "ben kendime güzel koyu bir kahve yapayım" dedikten sonra Türk kahvesi yapmasını yadırgadım biraz. Koyu deyince aklıma olması gerekenden daha fazla kahve miktarıyla demlenmiş filtre kahve geldi çünkü. "Kendime bol köpüklü -ya da telvesi bol- bir kahve yapayım" dese daha iyi olurdu sanki?

Tuncer Tunceli'nin bahsettiği ama sözlerini tam olarak hatırlamadığı Barış Manço şarkısı elbette kafama takıldı. Şarkının adını söyleyeyim, sizin kafanıza takılmasın: Eski Bir Fincan. Sözlerini de sona ekliyorum. Buyrun, adı geçen diğer şarkı olan One More Cup of Coffee'yi de buraya tıklayarak dinleyebilirsiniz. 


Peki filmin ortalarında içini de gördüğümüz ama kapanış sahnesindeki harika balkon, hangi apartmana ait? 

İtalyan mimari tarzıyla U şeklinde inşa edilen ve 400 metrekarelik eşsiz bahçesiyle şahane bir avlusu bulunan apartman, Beyoğlu'ndaki Doğan Apartmanı. 127 yıldır pek çok sanatçı, oyuncuya, gazeteciye evsahipliği yapan binayı daha önce başka güzel işlerde de gördünüz aslında. Şener Şen'in oynadığı Muhsin Bey filmi ile Eşkıya'yı bi düşünün mesela. 

Ve son olarak bu filmden akılda kalan birkaç cümle:

* "Mutlu muyum? sorusu bir tuzaktır. İnsanın kendi kendisine tuzak kurmasıdır."

* "İnsan hem İstanbul'a gelip, hem İstanbul'dan döner mi? E olur bazen. Bazen, geldiğimiz yere gitmiyor muyuz zaten?"

* "Aslında zehir yoktur, sadece doz vardır. "

* "Hep parlak, abartılı bir an'ı aramak niye?"

 Eski Bir Fincan - Barış Manço

Dinle oğlum, çok eskiden bir konakta
Akşamları gaz lambası ışığında
Paşa dedesinden kalan bu fincanla
Ninem eliyle kahve sunarmış Abdi Bey'e
Yıllar sonra kırk üç - kırk dört harp ortası
Ekmek karnesi ve yoksulluk yılları
Kayınvalidesinden kalan bu fincanla
Bu kez annem eliyle kahve sunarmış Hakkı Bey'e
Eski konak yıllar önce yandı gitti
Ekmek karneli zor günler çoktan bitti
Abdi ve Hakkı Beyler







16 Mart 2021 Salı

Manolyalarla kahve içmek


Bu kahvemi, uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla içmek isterdim, hiç durmadan konuşarak. Ya da uzun ama sakin bir sahil yürüyüşünün ardından, tatlılarını çok sevdiğim kafenin güneş gören masasında oturarak. Gel gör ki, Corona virüsü hala ortalıkta kol geziyor, pandemi renkten renge girerek devam ediyor. Arkadaşlarıma sarılamayalı çok oldu, küçük kafenin kapısı da uzun zamandır kilitli...

Pandeminin ilk günleri sanırım hepimiz için şaşkınlıkla ve merakla geçti. Hatta online konserler izlemek, haftasonları ekmek yapmak falan eğlenceliydi bile. Ama bir yılın ardından ruh durumlarımız parçalı bulutlu. Ne yapacağız peki? Şöyle keyifle bir kahve içmeyecek miyiz artık?Oysa ki, bugünlerde buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. O zaman arada bulutların arasından kendini gösteren güneşin peşine düşme zamanı. Ve yakın çevremizin farkına daha çok varmanın.

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'nin tam ortasından defalarca geçtiğiniz belki de? Ama farkında değilsiniz. Çünkü hızla geçen bir aracın içindeydiniz ve yanınızdan hızla akan çokkk yüksek binalara şaşırmakla meşguldünüz. Oysa şahane manolya ağaçlarına, mis kokulu nergislere, pembe bulut gibi açan sakuralara ve daha yüzlerce çiçeğe, bitkiye o kadar yakındınız ki!

2021'inin 15 Mart'ı İstanbul için pandemi haritası rengi turuncu, hava durumu ise ılık olunca biz kahvemizi kapıp, bu bahçeye gittik. Kahvemizi çiçeklerini dökmeye başlayan manolyalarla içtik. Nasıl geçtiğini anlamadığımız 2 saatlik yürüyüşün her adımında ruhumuzu hem dinlendirdik hem şenlendirdik. 

Uzaklara gidemiyorsak, yakınları keşfederiz. Arkadaşlarla buluşamıyorsak çiçeğe gideriz. Ama kahve keyfimizi ihmal etmeyiz.   

14 Mart 2021 Pazar

3 masa, 9 sandalye, sonsuz lezzet


 Bizim için İzmir'deki en özel yemek mekanlarından olan Gastrotire, kendi hesabında memleketlisi Heriseİstanbul'u önerince, ilk fırsatta gitmek için hemen yazmıştık aklımızın kenarına. Birkaç kere ciddi ciddi niyetlendik ama nedense hep ertelik. Sonunda da olanlar oldu, restoranlar kapandı. Günler geçip, biz gereksiz yere ertelediklerimiz için hayıflanırken, geçenlerde İstanbul'da restoranların açıldığı haberi yayınlandı. Artık akıllandık tabii, hemen telefonla arayıp rezervasyonumuzu yaptırdık. Çünkü biliyorduk ki, hem kapasiteleri nedeniyle hem de gıda israfına karşı koymak için sadece rezervasyonla misafir kabul ediyorlardı.

Herise İstanbul, Kızıltoprak da 3 masalı bir restoran. Rezervasyon için aradığınızda telefona cevap veren ve gittiğinizde sizi kapıda karşılayan Asude&Bahadır Boğatır çifti, restoranın sahipleri ve aynı zamanda aşçısı, garsonu, kasiyeri yani her şeyi. Bu nedenle de bembeyaz keten örtüleri, masalardaki taze çiçekleri, özenle seçildiği belli tabak-bardakları, dekorasyonda kullanılan bakır kapları, duvardaki keşkek yapan kadınların resimleriyle restorandan çok ev gibi burası. 

Menüsü kısa ve net: 15 günde bir değişen dörtlü meze tabağı, Tire Köfte, tabii ki keşkek, anneanne tarifiyle hazırlanan zerde, kendi yaptıkları şerbet. Ama menünün kısalığı sizi yanıltmasın, yemeklerde kullanılan ve size sunulan her şeydeki malzeme o kadar büyük bir titizlikle seçilmiş ki, her lokması çok özel. 

Yemeklerden önce ikram olarak sunulan kıtırların altında Tire çamur peyniri var, bandırmalara doyamıyorsun. Kekiği kaz dağlarından, zeytinyağı yine Tire'den. Restorana adını da veren Keşkek'in lezzeti mutfaklarında kaynattıkları ilikli kemik suyu ve gerdan etinden geliyor. Yani sadece lezzetli değil, şifalı bu keşkek. Mevsiminde ürün kullanımına son derece dikkat ettiklerinden, Tire Köfte ilkbahar ve yaz aylarında domates sosuyla, sonbahar ve kış aylarında ise tereyağlı tırnak pide üstünde sossuz servis ediliyor. 4 çeşitlik meze tabağının içeriği ise 15 günde bir değişiyor. Bizim şansımıza: Makul atom, ezme piyaz, kuruluk yoğurtlama ve kuru erikli pırasa ekşileme düştü... biz de tabağın içine düştük.

Aklımızda hala bir Salı günü Tire'ye gidip, pazar alışverişinin ardından GastroTire'de kendimizi Serkan Şef'in sunacağı tabaklara bırakmak ve müthiş bir günbatımı izlemek var. Ama uzun bir molanın ardından Herise'ye gitmek o kadar iyi geldi ki. 

13 Mart 2021 Cumartesi

Bir Sofra Etrafında Toplanmak



Geçen bir yılda pandemi ne çok şey öğretti bize! Her fırsatta kuralları delmek için uğraşan biz Türk insanı, söz konusu sağlık olunca kurallara sıkı sıkı uymak gerektiğini öğrendik mesela. Karnını doyuracak kadar yemek yapmayı bilmenin önemini de öğrendik. Hatta bazılarımız, bi cesaret ekmek hamuruna soktu elini. Bir de rutin hayatımız içinde yaşadığımız bazı anların, aslında ne kadar kıymetli olduğunu öğrendik... Kalabalık bir masanın etrafında toplanıp, gülüş cümbüş yemek yemek ne kıymetliymiş meğer. Sevdiğin bir dostunla, küçük bir kafede buluşup, kahve içerken dertleşebilmek ne kıymetliymiş!

Şimdi yola, cebimize öğrendiklerimizi doldurarak devam etme zamanı. Evet gideceğimiz yollardaki tercihlerimiz değişecek belki ama yeni yolların daha güzel olmayacağı ne malum? Sakinleşin, sadeleşin ve çıkın yola! Hepsinden önemlisi ise ertelemeyin!

Elbet her kışın sonu bahar... ve umutlarımız da ağaçlar gibi çiçek açmaya başladı. Hayatta biriktirilebilecek en kıymetli şey, unutulmayacak güzel anılar. Şimdi kendinize bir rota belirleyin mesela. Uzun zamandır aklınızda olan ama gitmeyi hep ertelediğiniz yeri düşünün. Sizi buraya götürecek farklı yollara bakın. Arada güzel yerleri görmek için yoldan sapmaktan da korkmayın. Geçtiğiniz yerlerdeki küçük esnaf lokantalarında yerel lezzetleri tadın. Koca bir ağacın altında kahve görürseniz mutlaka oturun. Akşam kalacağınız odaya girince, yorgun ama mutlu koyun başınızı yastığa. Ve ertesi gün gezeceğiniz yerleri düşünerek dalın uykuya. 

11 Mart 2021 Perşembe

Mayasız Fit Poğaça

 "Hamuru kulak memesi kıvamına gelene kadar yoğurun" yazan tariflere karşı ördüğüm duvarımı poğaça ile kırmaya başladım. Bir süredir evde mayalı poğaça yapıyordum ama aklım da mayasız poğaçalardaydı. Yaklaşan baharla birlikte fit tariflere olan ilgim de artınca, @diyet.tariflerimiz hesabının yulaf unu ve tam buğday unu ile yaptığı tarif benlik deyip, elimi soktum hamura. Orijinal tarifte her bir poğaçanın kalorisi 60 kcal olarak verilmiş. Ben içine peynir eklediğim için biraz daha arttı tabii.. 

Beyaz un yerine yulaf ve tam buğday unu kullanıldığı ve içinde maya olmadığı halde o kadar yumuşak oldu ki, şaşırdım. Üstelik ertesi güne kalan poğaça da, yumuşaklığını önemli ölçüde koruyordu. Yani bu tarif de denendi, yüksek not verildi, "bundan sonra yapılsın"lar listesine yazıldı ve bu nedenle buradan da paylaşılıyor. 


MAYASIZ FİT POĞAÇA

10 ADET

1 yumurta (sarısı ve beyazı ayrılmış)

4 dolu kaşık yoğurt

1/2 çay bardağı zeytinyağı

1/2 bardak yulaf unu (yulafı rondodan geçirin)

1 su bardağı tam buğday unu (istediğiniz bir cins un da olur)

1 pkt kabartma tozu

1 çay kaşığı tuz

Pul biber, kekik, nane

Peynir (içi için)

Çörekotu (üstü için)


* Yumurta beyazı, yoğurt ve zeytinyağını bir kapta karıştırın. 

* Yulaf unu, tam buğday unu, kabartma tozu, tuz ve diğer baharatları ekleyip, önce bir çatal yardımıyla karıştırıp, sonra da elinizle yoğurarak ele yapışmayan ama yumuşak bir hamur elde edin. 

* Hamurun üstünü bir mutfak beziyle kapatıp, 15 dak. dinlendirin. 

* Beyaz peyniri bir çatalla ezin. Tepsinize yağlı kağıt yayın. 

* Hamurdan iri ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, avucunuzda açın. İçine peynir koyup, kapatın ve yuvarlayın. Hamur bitene kadar aynı işlemi yapın ve tepsiye dizin.

* Yumurta sarısını çırpıp, bir fırça yardımıyla poğaçaların üstüne sürün. Çörek otu serpin. 

* Önceden ısıtılmış 180 derece fırında, üstleri kızarana kadar, yaklaşık 15-20 dakika pişirin. 


8 Mart 2021 Pazartesi

Favanın Mercimek Hali

Ekmek üstü yenebilecek hemen her lezzeti çok severim ben. Meze ve salata türü tariflere düşkünlüğüm de bundan herhalde. Mezeler içinde favanın da ayrı bir yeri var gönlümde. 

Fava deyince bakladan yapılanı geliyor akla hemen ama Bakla Fava benim fava listemde alt sıralarda. Liste başında ise ilk kez Midilli'de yediğim Bezelye Fava var. Ilık ılık, kırmızı soğanlı... Haftasonu instagramda @diyetyemeklerii'nin Mercimek Fava tarifini görünce, denemek için tereddüt bile etmedim. 

Evde kırmızı soğan olmadığı için servisini farklı yaptım ama benden ve evdekilerden tam not alan bu fava, bizim evde daha çok pişeceğe benzer. Aslında 4 kişiye bol bol yetecek bu ölçüyü karı-koca mideye indirmemiz de bunun en iyi kanıtı.



MERCİMEK FAVA

4 KİŞİLİK

1 su bardağı kırmızı mercimek

1 büyük boy soğan

4-5 diş sarımsak

2 yemek kaşığı zeytinyağı

2 su bardağı sıcak su

Tuz

2'şer çay kaşığı kimyon ve zerdeçal


* Soğanları ve sarımsakları yemeklik doğrayın. zeytinyağında yumuşayıncaya kadar kavurun. 

* Yıkayıp, iyice süzdüğünüz mercimekleri ve tuz ekleyip, orta ateşte ve karıştırarak 4-5 dak. daha kavurmaya devam edin. 

* 2 su bardağı suyu ekleyip, karıştırın. Kaynamaya başlayınca ateşi kısıp, tencerenin kapağını kapatın. Ara ara karıştırarak dibinin tutmasına engel olun. 

* Tencereyi ateşten almaya yakın kimyon ve zerdeçalı ekleyip, karıştırın. Suyunu iyice çekip, taneli püre kıvamına gelen mercimeği ateşten alın.

* Pürüzsüz olana kadar blenderdan geçirin. Suyla ıslattığınız bir cam kaba boşaltın. İyice soğuyana kadar, birkaç saat bekletin. (Soğuk yemeyi tercih ederseniz son 1 saat buzdolabına koyun)

* Ters çevirerek servis tabağına aktarın. Üstünü arzu ettiğiniz şekilde süsleyerek servis yapın. 

Not: Mercimeğinizin cinsine göre arada yarım bardak kadar daha su eklemeniz gerekebilir. 

Not: Kaynamaya başladıktan sonra iyice kısık ateşe almayı ve arada karıştırmayı ihmal etmeyin. Böylece hem dibi tutmaz hem de mercimekler eşit pişer. Taşmasını da önlemiş olursunuz. 

Not: Eğer siz taneli bir kıvam seviyorsanız blenderdan geçirme aşamasını kısa tutun. 

Not: Üzerini orijinal tarifteki gibi kırmızı soğanla, dereotuyla ya da benim yaptığım gibi yeşil soğanla süsleyerek servis yapabilirsiniz. Servis sırasında gezdireceğiniz biraz zeytinyağı da tadını yukarı çıkaracaktır. 

7 Mart 2021 Pazar

Kuru Dutlu Şekersiz Kek

3 yumurta + 1 buçuk su bardağı tozşeker + yarısı sıvıyağ olmak üzere 1 su bardağı sıvı + 2 su bardağı un ve 1 paket kabartma tozu ile vanilya. Benim ilk öğrendiğim ve ölçülerini aklıma yazdığım kek tarifi bu. Ne zaman aklıma kek yapmak düşse, bu tariften çıkarım yola. 

Bu kez benim aklımda yoktu kek yapmak ama evimizin beyi dün akşam "yarın kek yapsana" deyince, bugün akşamüstü fırın yandı tabii. Evdeki malzemelerle de hem görüntüsü hem de tadıyla şahane bir kek çıktı ortaya. Açıksası şeker yerine kuru dut kullanınca özellikle kabarması konusunda epey endişe ettim. Ama sonuç harika oldu. 



KURU DUTLU ŞEKERSİZ KEK

12 adet


3 yumurta (orta boy)

1 su bardağı kuru dut (rondoda çekilmiş)

1/2 su bardağı sıvıyağ

1/2 su bardağı portakal suyu

1 portakalın kabuğunun rendesi

1 su bardağı un

1 paket kabartma tozu

12 kare bitter çikolata (isteğe bağlı)


* 3 yumurta ile rondodan çekilmiş kuru dutları mikserle çırpın. İçine sıvıyağ ile portakal suyunu ekleyip, çırpmaya devam edin. 

* Portakal kabuğu rendesi, un ve kabartma tozunu ekleyip, un iyice karışına kadar tekrar çırpın. 

* 12 adet muffin kalıbına paylaştırın. Ortalarına birer adet kare çikolata koyup, hafifçe bastırın. 

* Önceden ısıtılmış 180 derece fırında, yaklaşık 20 dakika (kürdan testi yapabilirsiniz) pişirin. 

Not: Kuru dutlarınızı buzdolabında tutarsanız sertleşecektir. Bu haliyle rondodan geçirirseniz tozşeker görüntüsüne kolayca geleceklerdir. 

Not: Kuru dutun kıvamı nedeniyle 1 bardak un yeterli oluyor. Yani bu tarif şekersiz olmasının dışında az unlu.


4 Mart 2021 Perşembe

Anneanneden yadigar: Dem Kebabı

Dem kebabı, benim için anneannem demek. Aslında onun yaptığını hatırlamıyorum ama annem her yapışında, bu yemeği ondan öğrendiğini söylediği için herhalde?

Aslında bir çeşit etli börek Dem Kebabı. Özelliği ise ev yufkası ile pişirilmesi. Et suyuyla fazlaca ıslatıldığından, hazır yufkayla olmuyor maalesef. İç malzemesindeki et tercihi size kalmış ama yufka illa ki ev yufkası olacak. Ya da annemin pişirdiği şekliyle Erzurum'un ecem ekmeği. 

Hafta başında, uzunca bir aradan sonra yeniden pazara gittim. Bir küçük kadın üretici tezgahında ev yufkalarını görünce de, bu yemeği pişirmek için hemen attım alışveriş torbasına. Böylece akşam yemeklerinden biri de garanti oldu. 

Bu kez tavukla hazırladım ben. Ama dediğim gibi et tercihi size kalmış. Kırmızı et hatta hindi eti bile olur. Aslında yanında da köpüklü bir bardak ayran iyi gider ama ben anne evinden kalma alışkanlıkla böreği fırına verince, çayı da ocağın üstüne koydum...




TAVUKLU DEM KEBABI

16 DİLİM


3 adet ev yufkası

2 adet büyükçe tavuk göğüs

2 adet büyük boy kuru soğan

1/2 demet maydanoz

Zeytinyağı

Tuz, karabiber 


* Tavuk göğüsleri düdüklü tencereye koyup, üzerine çıkana kadar su ekleyin ve tuz serpin. Pişme süresi tencerenizin performansına göre değişecektir ama yaklaşık 15 dak. etleri haşlayın. Haşlanan etleri tencereden alıp, ılınmaya bırakın. Suyunu ayırın. 

* Soğanları soyup, ince ince piyazlık doğrayın. Maydanozu yapraklayıp, ince kıyın. 

* Ilınan tavuk etlerini bir kaba didekleyin. Soğanı ve maydanozu ilave edin. Tuz ve karabiber ile istediğiniz baharatları ekleyerek harmanlayın. (ben ilave olarak sadece pul biber kullandım)

* Yaklaşık 30x30 boyutlarında bir fırın tepsisini (ya da fırın kabını) zeytinyağı ile yağlayın. Yufkalardan birini, kenarları dışarı taşacak şekilde tepsiye yayın. 

* Ilınan tavuk suyuna 1 çay bardağı kadar zeytinyağı ekleyin. 

* Kalan 2 yufkadan birini iri parçalara ayırın. Her bir parçayı yağlı tavuk suyuna iyice batırıp, tepsideki yufkanın üzerine yerleştirin. Yufka parçaları bitene kadar bu işleme devam edin. 

* Parçalar bitince, iç malzemesini tepsiye yayın. 

* Kalan son yufkayı da yine parçalara ayırıp, tavuk suyuyla ıslatarak malzemenin üzerine yayın. Tüm parçalar bitince, tepsinin kenarından sarkan yufkaları üste kapatın. 

* Keskin bir bıçakla böreğinizi dilimleyin. Ardından kalan yağlı tavuk suyunu gezdirerek her tarafını iyice ıslatın. 

* Böreğinizi suyu iyice çekmesi için birkaç saat dinlendirin. (isterseniz bir gece önceden hazırlayıp, üstünü streçleyerek buzdolabına kaldırabilirsiniz)

* Önceden ısıtılmış 200 derece fırında, üstü ve altı iyice kızarana kadar, yaklaşık 30-40 dak. pişirin. Ilınınca servis yapın.  

Not: Bu tarifi, dürüm şeklinde de hazırlayabilirsiniz. Özellikle misafir sofralarında sunumu çok daha pratik oluyor.